Adam ve Deniz
Gördüklerime dayanarak söyleyebilirim ki, bir sandalyedeyim ve sandalye bir kayık üzerine öylece konmuş. Kayık toprakla dolu. Çıplak ayağıma değiyor toprak. Çocukluğumu hatırlatıyor bu his bana. Hayal kırıklıklarının olmadığı zamanlarını hatırlatıyor...
Önümde tıpkı sandalye gibi, neden konulduğunu anlayamadığım bir masa var. Bir kayıkta ne masaya ne de normal bir sandalyeye ihtiyaç duyarsınız. Masanın üzerine sanki kayığı kontrol etmeye yarayacakmış gibi düğmeler konulmuş. Bir kayık bir insanın kürek çekişiyle kontrol edilir ancak. Benimki gibi eski bir kayık düğmelerle kontrol edilmez. Benimki gibi eski bir kayığı kontrol etmek için canınız çıkıncaya kadar kürek çekmeniz gerekir. Ve bazen ne kadar emek verirseniz verin akıntı götürür sizi istemediğiniz yönlere veya istediğiniz yerlere veya ne kadar emek verirseniz verin yerinizde saydırır akıntı sizin kayığı.
Bu kayık üzerinde düğmeler ve bir adamı barındırıyor. Düğmeler renkli. Toprak gibi, bana çocukluğumu hatırlatıyor. Ve bu hatıra beni bir anlığına ele geçiriyor. Çocuksu bir arzuyla basıyorum renkli renkli düğmelerden birine. Yeşil olana, sol üsttekine. Basmamla yanaklarım terlemeye başlıyor. Karnımın acıktığını hissediyorum. Sevdiğim bir yemek olsaydı da tıka basa doyursaydım karnımı o insanlar gibi. Ağzımı açlıktan dediğim berbat bir tat dolduruyor, akciğerlerim ağrıyor. Alt tarafı bir düğme, acaba buraya gelmeden önce zehirlendim mi de böyle hissediyorum? Resmen yanıyordu akciğerlerim. Bitkindim. Bitmiştim ki bir ses kulağımda hala yankılanan tik tak seslerini bastırıyor.
"Ne oldu?" diye soruyor sinirli bir kadın. Ne hoş bir sesti. Ama neden sinirliydi? Bunu anlamadim.
"Hadi, hadi!" dedi. Bu sözle yanağımdaki ıslaklığın ter değil gözyaşı olduğunu anladım. Ses sustu.
Tik tak sesleri devam etti. Elimde bir sıcaklık hissettim. Tuttu beni. Kaldırdı. Tüm vücudum değdi sıcaklığa. Sıcaklık şefkatti ve bu şefkat tüm acılarımı dindirdi.
Su çok güzel, mavi ve yalnızca mavi. Kayığım olmayan hiçbir şey bu maviliği bozmuyordu. Gökyüzüzünde ufacık bir beyaz leke bile yoktu. Hatta gökyüzü o kadar maviydi ki dikkatimi vermesem denizle ayıramayacaktım. Güneş nerede diye soracak olursanız, belli ki, tam arkamdaydı. Ensemde sıcaklığı vardi ama o bile önümdeki bu maviliği bozamıyordu.
Mavi ve yalnızca mavi.
Bu kayığa nasıl bindiğimi hiç hatırlamıyorum. Ama iyi ki binmişim. Burada hafifim. Bir rüyada gibiyim.
Ve bir düğmeye daha basmaya karar verdim. Bu seferki gri. Çocuksu bir arzuyla değildi basışım. Sadece bir his vardı içimde, zorunluymuşum da basıyormuşum gibi. İçimi kemiriyordu bu his. Ve bundandı griye basışım.
Griye basmamla bir pişmanlık kapadı içimi. Keşke yapmasaydım da mavi denizde kalsaydı aklım. Bu kararın etkileri yavaş yavaş yaklaşıyordu bana. O kadar da kötü değildi. Tik tak, tik tak. Gri sayesinde yeni düğmeleri gördüm önümde. Önceden siliklerdi sanki. Kırmızı, mavi, siyah.
Hadi bakalım. Kırmızıya basıyorum. Artık daha cesurdum tabi. Denizin ortasında yalnızım, San Tiago gibi balık avlayamam. Bir oltam bile yok. Balığımı bulamam. Anca balığım beni bulur. O da tesadüf eseri olursa anca. Balığım, harbiden benim balığımsa, ne kadar uğraşırsa uğraşsın beni bulamaz. Tıpkı benim ona oltasız, zıpkınsız ulaşamayacağım gibi, onda da bu tarz imkanlar olmayacaktır eminim.
"Merhaba." diyor bir ses. Yankılanıyor kulağımda. Güzel ses, aşık olabilirdim bu sesin sahibine, kolayca.
Kolayca? Aşık olabilir miyim bir sesle sadece?
Oldum.
Başım resmen cam kırıklarıyla bastırılıyormuşum gibi acıyordu ama bundan şikayetçi değildim. Aşktandı bu his. Eminim buna. Kendi kendime düşünürken bile hoşuna gitmeye çalışıyordum bu sesin. Aşıktım, aşık!
Sesin sahibi "Gelsene." diyor. Tabi klişe tabiriyle midemde kelebekler. Keşke buraya bırakılmadan önce binlerce kitap okumuş olsaydım da ona daha güzel sözler söyleyebilseydim. Keşke klişe tabirlerle hislerimi söyleme acizliğinde kalmasaydım. Ama bilemiyorum. Binlerce kitap okusam bile bu sesin güzelliği karşısında düşüncesiz kalıp yine bu basit şeylerden başka bir şey diyemeyebilirdim.
Mutluydum. Anlatmak istiyorum bir şeyleri. Bağırmak istiyorum. Bağırıyorum da. Bu maviliğe kirli insanlığımı bulaştırıyorum.
Tekrar suyu izlemeye dalıyorum. Ses hala aklımda, mavi gözümün gördüğü her yeri kaplıyor.
Tik tak, tik tak.
Masadaki düğmelere baktığımda görüyorum, artık kendi kendilerine basılıyorlar veya birbirleri yerine geçiyorlar veya yok oluyorlar veya geri geliyorlar ve beynimi belirsiz hisler dolduruyor. Bazıları yok olurken izler bırakıyor. Bir şeyler yazmak istiyorum. Ama yazmıyorum. Yok! Koşuyorum? Koşamıyorum. Ter içinde kalmışım, nefessiz kalmışım. Mutlu oluyorum! Sanırım bir şeyleri başardım. Acı çekiyorum. Her şey, oluyor.
Bir rüzgarla, sınırı belli olmayan okyanusta, koca koca dalgalar oluştu.
Artık düğmelere basmıyorum. Ben basamadan bir şeyler oluyor zaten. "İyi ki doğdun!" diyor cana yakın bir grup ses. "43!"
Bağırıyorlar "43!" diye. Gayet mümkün bunun yaşım olması. Ellerimde dokunduğumda çizgi çizgi buruşuklukları hissediyorum gözlerimin yanında.
Mavi düğmeye basıyorum ki artık yerinde dursun bu masa. Maviye basmak harici bir çözüm bulamadım, etrafımdaki mavilik gibi belki rahatlatır beni diye düşündüm.
Öyle de oldu. Eskiden bildiğim o ses kulağıma geri geldi. Tik tak sesi gidiyor. Gerçek bir aşk, geçen zamanı, kalan zamanı unutturuyor. Ses benimle. Rüzgar gözkapaklarımı okşuyor.
Kayığın önünde şu ana kadar fark etmediğim ya da şu ana kadar yazıp da unuttuğum kağıtları fark ediyorum. Yanıyorlar ve külleri okyanusa doğru uçuşuyor. Sonsuz ve sınırsız mavilikte kayboluyorlar.
İyi ki mavi düğmeye basmışım. Bu kayığı kontrol edemeseler de, ya da öyle düşünsem de, beni rahatlatıyor bu düğmeler. Derin bir huşu içindeyim. Mavilik gözlerimin gördüğü her yeri kapladığı gibi huşu da her yerimi kaplamış. Yanan kağıtlar ateşini kayığa bırakıp uzaklaşıyorlar.
Kağıtlar üzerinde yazılar vardı. Yandılar. Onlar bulunması için yazılmış kağıtlardı. Neredesin okuyucu? Onları bul lütfen. Ben burdayım. Sen neredesin acaba?
Düğmelerin hiçbiri çalışmıyor artık. Alevler arasından suya bakmaktan başka yapabileceğim bir şey kalmadı artık. Su akıyordu, akıp gidiyordu. Kayığı hala götürüyordu.
Suyun sesi de, tik tak seslerini bastırdı. Hatta sadece bastırmadı, yok etti.
Ve rüzgarın gözkapaklarıma yaptığı basınç.
Masa yandı, gözlerimin önünde eskidi, işlevini yitirdi.
Sandalyenin ayağı kırıldı kırılacak.
Mavi güzel. Sandalyenin ayağı kırılacağını düşündüğüm şekilde kırılıyor. Düşüyor, kayığın içine yamuk yumuk kıvrılıveriyorum. Artık güneşi de görebiliyorum. Mavi, sarıyla kaplandı.
Acaba buraya ne zaman geldim? Bu kayığa...
Güneş tepeye yaklaşmıştı belki biraz. Ama.... Bir kere bile akşam görmemiştim. Oysaki... Yıllar geçmiş gibiydi. Nefes aldım. Göğsüm şişti. Alevler her yerimi kapladı. Masa bir anda çöktü. Sandalye tamamen yanmıştı. Siyah düğme toprağa gömüldü. Ben de gömüldüm. Kendi balığımı bulamasam da... Evet. Bir düğmeyle neredeyse aynı kaderi yaşamıştım. Yanıyordum. O da yanıyordu. Acı çekmiyordum. Büyük ihtimalle o da acı çekmiyordu.
Ağzım ilk defa oynuyor. "Daha ölmedim."
"Yarattığım hayal kırıklığı için herkesten özür dilerim."
Siyah düğme toprakta yuvarlandı, alnıma çarptı. Toprak maviliğe değdi, yavaş yavaş battı.
Kayık okyanus içinde kayboldu, mavi Oğuz'un bedenini sarıp sarmaladı.
Yorumlar
Yorum Gönder